top of page

GLOW: Sim ve Yumruktan gelen Feminizm

  • Yazarın fotoğrafı: Melodi Simson
    Melodi Simson
  • 4 Eyl 2018
  • 3 dakikada okunur

-Spoiler içerir-

Netflix'in, hiç şüphesiz, geçtiğimiz yazın en iddialı orijinal yapımlarından biri Jenji Kohan (Orange is the New Black) imzalı GLOW... GLOW; 1980'lerin neon ışıkları, janjanlı modası ve parlak simlerinin altından yükselerek; erkek hegemonyasını uçan tekmelerle delip geçen bir feminizm hikayesi...

GLOW (Gorgeous Ladies of Wrestling); bir grup birbirinden farklı kadının televizyonda yayınlanacak bir güreş programı için kolları sıvayarak bir araya gelmelerini konu alıyor.

Dizinin açılış sahnesinde idealist oyuncu Ruth Wilder ile bir film seçmesinde tanışıyoruz. Ruth güçlü bir karakteri ifade ettiği anlaşılan bir monolog okuyor. Ancak kısa süre sonra bu monologun aslında erkek karaktere ait olduğunu ve Ruth’un yalnızca “eşiniz telefonda” demek üzere bir sekreteri canlandırmak için oraya getirildiğini öğreniyoruz. Kadınların bu denli silik olduğu 1980'ler Hollywood'unda, Ruth gibi kadınların sık sık hayal kırıklığına uğradığını görüyoruz.

Aynı zamanda, Ruth'un en yakın arkadaşı ünlü pembe dizi yıldızı Debbie için de hayat evlenip, çocuk yapınca monoton bir hal almıştır. Toplumun dayattığı bu ideali bir süreliğine içselleştirmesine rağmen, pembe dizi dünyasındaki güçlü karakterine ve hayatına özlem duymakta olan Debbie, kocasının onu en yakın arkadaşı Ruth ile aldattığını öğrenince hayatını değiştirmeye karar verir ve bu iki kadın sorunlarını sahneye taşıyarak, kendi benliklerini tekrar ringde keşfederler.

Weeds ve Orange is the New Black gibi başarılı işlere imza atmış Jenji Kohan; bu dizisinde de, genellikle kadın karakterleri içerisinde görmeye aşına olmadığımız ama kendilerini fazlasıyla ifade edebilecekleri kontrollu bir ortam sunmuş. Orange is the New Black'te karakterleri bir arada görebildiğimiz bu kontrollu ortam bir hapishaneyken, burada bir güreş ringi olarak karşımıza çıkıyor. Nitekim, kadınların sıradan hayatlarını terk ederek kendilerini içlerinde buldukları bu alışılmışın dışındaki ortamlar; toplumun 'kadın' kimliğine dayattığı basmakalıp rollerden ve hayatlarının hengamesinden uzaklaşarak, onların da her şeyden önce birer birey olduklarını hatırladıkları tek yer oluveriyor.

Ringdeki özgürleştirici deneyimler her bir karakter için farklılık gösteriyor. Eğitimli bir aktris olarak kimlikten kimliğe büründüğü halde özbenliğini tam anlamıyla kabullenememiş Ruth kötü yanlarını da kucaklamayı öğrenirken; ailesinin bütün erkek bireylerinin güreşçi olmasına rağmen, güreşen bir kadının "saygı görmeyeceğini" savunan dominant babasına hayali uğruna karşı çıkan Macchu Picchu ise derinlerde hapsettiği özgüvenini yeniden keşfediyor.

Öte yandan, bir zamanların en ünlü Pembe dizi yıldızı olan ancak kadınlığın kalıplaşmış idealleri uğruna bu terk ettiği güçlü kimliğine özlem duyan Debbie ise; güreşin de, aynı pembe diziler gibi, insanların yüreklerine dokunan hikayeler ile bezenmiş bir mizansenler silsilesi olduğunu farkettiği zaman ''ev hanımı'' kimliğinden sıyrılarak, monotonlaşmış hayatına yeni bir soluk getiriyor.

Debbie’nin dizi boyunca kullandığı cümlelerden en çok dikkatimi çeken bu oldu:

“You know what the craziest part about this whole mess is? I actually like wrestling. I don’t know, it’s like I’m back in my body. It doesn’t belong to Randy or Mark. I… I’m using it for me and I feel like a goddamn superhero.”

Ekonomik otonomiye sahip güçlü bir kadın iken, zorluklarla elde ettiği herşeyi geride bırakarak kendisini anne ve eş rölüne adayınca büyük bir özgüven darbesi alan Debbie, vücudunun kontrolünü tamamen kaybettiğini hisseder. Kocasıyla bebeği arasında gidip gelen vücudunu yalnızca pragmatik bir araç - eşiyle cinsellik, bebeğini emzirmek - olarak görmeye alışmış Debbie için, güreş; içgüdüsel enerjiyi serbest bıraktırarak bedeninin kontrolunu yeniden elde ettiği özgürleştirici bir deneyim olur. Bedenini ilk defa kendisine fayda sağlayan bir amaç uğruna, tamamen kendisi için kullandığını hissettiği arındırıcı bir aktivite haline gelir.

Hollywood'u çalkalayan cinsel taciz ve istismar hikayelerinden sonra, kadın yapımcıların kendi sesleriyle şekillendirdiği ve kadın karakterlerin ön planda olduğu yapımların yükselişe geçmiş olması bir hayli sevindirici. GLOW'un henüz Jenji Kohan'ın realist karakter arklarına ve başırılı bir hikaye örgüsüne sahip bir önceki yapımı Orange is the New Black kadar sükse yapamamış olmasını daha yeni oluşuna veriyorum. Dizi ilerledikçe, karakterlerin flashbackler ve birbirleriyle etkileşimleri sayesinde kendi bireysel hikayelerine daha çok yer verileceğini düşünüyorum.

İkinci sezona henüz başlayamadım. Bakalım bizi ne gibi sürprizler bekliyor...


 
 
 

Yorumlar


© 2023 by Urban Artist. Proudly created with Wix.com

bottom of page