Noah Baumbach'ın Kadınları: Frances Ha & Brooke (Mistress America)
- Melodi Simson
- 28 Mar 2017
- 3 dakikada okunur
Daha yeni keşfetmeme rağmen kısa sürede en sevdiğim yönetmen/senaristlerden biri haline geldi Noah Baumbach... İsmini ilk olarak, değişik estetik anlayışıyla günümüz hipsterlarının Tanrı'sı haline gelmiş Wes Anderson'ın Fantastic Mr. Fox filmiyle duydum. Daha öncesinde de Anderson'la bir çok film projesinde beraber çalışmış olan Baumbach, bana göre; modern zamanda genç olmayı, hayata dair kökünde aynı kalan ancak çağın getirileriyle bir nebze başkalaşmış endişelerimizi; her birimizin içerisinde kendinden bir parça bulabileceği sıcak ve samimi karakterler kullanarak en iyi dillendiren senaristlerden biri... Ben bu yazımda Baumbach'ın modern kadınları; Frances Ha'nın Frances'i ve Mistress America'nın Brooke'undan bahsetmek istiyorum.
Baumbach'ın sinematik açıdan Fransız Yeni Akım'ına atıflarda bulunduğuFrances Ha, 27 yaşındaki hafif deli, aşırı optimist ve çokça da hayalperest olan Frances'in bu kaotik dünyada kendini var etme çabasını anlatıyor. Frances'in hayali çok iyi bir dansçı olmak ve haliyle part-time olarak çalıştığı bir dans atölyesinden çıkarılınca dünyası başına yıkılıyor. Oda arkadaşıyla kavgalı, sevgilisinden yeni ayrılmış olan Frances şimdi en büyük hayalinin de elinden alınışına seyirci kalıyor. Ama Frances'i farklı yapan özelliklerinden biri; bu dünyaya seyirci olmak için gelmediğine bütün benliğiyle inanması ve baş rolü kapmak için hayattan türlü tokatlar yese de yüzündeki o tebessümü hiç kaybetmeden çabalaması... Öte yandan Mistress America'nın Brooke'u ise; 80'lerin sonu 90'ların başında doğan bizlerdeki kolektif kafa karışıklığının vücut bulmuş hali... El bebek gül bebek yetiştirilmiş bir nesil olarak, biz, küçüklüğümüzden beri gerek ailelerimiz gerekse öğretmenlerimiz tarafından özel olduğumuza ve ileride büyük işler başaracağımıza inandırıldık. Ne istersek yapabileceğimizi, ve seçimlerimizle (her ne kadar saçma olursa olsun) başarıya ulaşabileceğimizi düşündük. Belki de gerçekten hepimiz özeldik. Peki, o zaman neden her baş koyduğumuz iş muhteşem sonuçlar vermiyordu? Neden sürekli tökezler olmuştuk? Hani biz özeldik? Bu kafası karışık nesil olarak; akıllı ve meraklı olmamıza rağmen, kalıcılığı geri plana atar olduk. İstediğimizi alamadığımızda onun için çabalamak yerine vazgeçmek; narin egolarımızı sağlam tutabilmemiz açısından daha iyi bir alternatifti çünkü. O işten öteki işe, bir aşktan başka bir aşka çok büyük bir rahatlıkla savrulur olduk; hiç sorgulamaksızın... İçten içe hedeflerimize ulaşacağımıza, evrenin bizim için planları olduğuna inandığımız için mi? Bilemiyorum...

Frances ne istediğini bilen ve bunun doğrultusunda ilerlediği yoldan sapmayan bir kadın. Tanıdığım (ve imrendiğim) bir çok kadına benziyor bu yönüyle. Ancak Brooke için işler birazcık daha karışık... Brooke'un gerçekten ne istediğini fark etmesi biraz zaman alıyor. 'Proje çocuk' olarak kanatları altına aldığı, naif üvey kardeşi Trancy'nin aynasından kendisini gördüğünde ancak zamanın uçup gittiğini, kendisinin de eskide takılıp kalmış olduğunu fark ediyor. Tracy; genç, hırslı, yetenekli, başarılı bir yazar olmak için çalışan güzel bir üniversite öğrencisi ve her şeyden önemlisi Brooke'a hayran. Brooke'un öyle bir özelliği var; sıradışılığı ve karizmasıyla etrafındakileri kolaylıkla etkileyebiliyor. Birbirinden ilginç fikirleri var ancak bu fikirlerin hiçbirini gerçek hayata geçiremiyor. Geçirmiyor. (Arkadaşlarından birinin de filmde dediği gibi 'no follow through'...) Çok eskiden güzel bir T-shirt baskısı fikrini en yakın arkadaşlarından biri çaldığından ve bu fikirden milyonlar kazandığından beri Brooke mazisiyle barışamamış. En büyük hayali bir restoran açmak ancak bu da tozlu raflarda yerini almış binlerce hayalinden biri haline gelmiş zamanla... Baş koyduğu işleri sürekli yarıda bırakan Brooke, aslında içten içe hepimizde olduğu gibi başarısız olmaktan korkuyor. Bir işe hiç başlamamak, o güvenli alandan ayrılmamak; o işte başarısız olmaktan daha kolay kabullenilebilir çünkü. Hiç bir zaman hayata geçirilmemiş bir hayal, kirlenmeden sonsuza dek bozulmadan bir köşede var olabilir. Zayıf insanların tek tesellisidir bu...

Bir yanda tökezlemesine rağmen yolundan asla sapmayan Frances, öte yanda tökezlemekten ölesiye korktuğu için hayatında güvenli bellediği bu duygusal dört duvar arasında sıkışıp kalmış Brooke... Her ne kadar Frances gibi olmaya çabalasam da, Brooke ile daha çok özdeşleştiriyorum kendimi. Belki de yaş ile gelen bir şey bu. Üniversitenin üçüncü yılında fark ettim idealist tarafımın hayatın gerçekleri karşısında gücünü kaybettiğini. Oysa ki ben New York'a taşınıp en sevdiğim programlardan biri olan 'Saturday Night Live'da komedi skeçleri yazacaktım. 10 yıl içerisinde Park Avenue'da güzel bir penthouse'un ve iki tane birbirinden şirin Pomeranian cinsi köpeğin sahibi olacaktım. Ama olmadı. Istanbul'da yaşıyorum ve hayallerime milyonlarca kilometre uzaktayım. Ama başka bir şey daha var. Artık 19 yaşında değilim. Benimle beraber hayallerim de değişti. Fark ettim ki aslında içimdeki Brooke'un silkinmesi için yazıyorum aslında ben bu yazıyı. Eski hayallere, eski kimliğime sığınmayı bırakmak için yazıyorum... Duygusal dört duvarımı yıkmak; yeni hedefler belirleyip, cesur olmak için yazıyorum... Evet Frances kusurlu... Ancak cesur...O; mutluluğun peşinden ne pahasına olursa olsun koşmaya devam eden; her yıl artan yaşına rağmen, içindeki çocuğun kaybolmasına izin vermeyen; önüne çıkan her engeli yüzünden eksik etmediği o gülümseme ile atlatacağına inanan; dünya üzerindeki beki de en acımasız metropollerden birinde yaşamasına rağmen o naifliğini hiçbir zaman kaybetmeyen modern bir kadın...Tüm kadınların zayıf ve kırılgan olduğu genellemesini reddettiği için; her şeyden önce umut etmenin ve hayal kurmanın bir zayıflık değil tam aksine cesaretin simgesi olduğunu gösterdiği için Frances gibi olmak istiyorum. Hata yapmaktan korkmadan, hayallerimin üstüne gidebilmek istiyorum. Ben bu yazıyı Frances gibi olmaya bir adım daha yaklaşmak için yazıyorum.
Yorumlar